İstihdam Devrinin Çöküşü
Ulusal günlük gazeteleriniz, bu yıl 3 milyondan fazla adayın Kamu Personeli Seçme Sınavı’na gireceği haberini verdiklerinde İstanbul’da bulunuyordum. Haberde; yıl sonuna kadar, başvuruda bulunan her 100 adaydan sadece üç tanesi göz koydukları bu sabit istihdama, sağlam bir iş imkanına erişecek ve kamu personeli unvanıyla muhtelif devlet kurumlarından birine yerleştirilmiş olacaktı.
Tıpkı amansız bir sorgulayıcının, çoktan seçmeli bir test doğrultusunda onları ya eleyecek ya da istihdam edecek ana bir bilgisayarın önünden akıp geçen uçsuz bucaksız bir insan şeridi gibi sırada bekleyen bu sayısız genç insanı gözümde canlandırdım. Özel sektördeki binlerce akranları gibi, sınavın ‘kazananları’, kuruluşların cehennemvari döngüleri içinde bulunan ‘daimi bir pozisyon’a atanmış olacaklar. Mutsuzluğa mahkum edildiklerini bildiğim bu genç insanları bekleyen kaderi düşününce içimde acı hissettim. Dreamer’ın sözlerini anımsadım: ”Kişi kendi işini ‘düşlemeli’ ve kendi iradesi, kendi yatkınlığı doğrultusunda onu seçmelidir.”
Kabul Edilemez Esaret
Her yıl milyonlarca genç, özgürlüklerini bir maaş çekinin yanıltıcı güvencesi ile takas etmeye gönüllü bir biçimde okullardan ve üniversitelerden mezun oluyorlar ve tüm yaşamlarını ruhsuz kuruluşların kıvrımlarına gizlenmiş, tıpkı bir mahkum gibi küçük bir masanın ardında bir kaç metrekare ile sınırlandırılmış olarak geçirerek bağımlı olan kadın ve erkek yığınlarının bir parçası olmak için ellerinden gelen her türlü gayreti gösteriyorlar. Kendi tercihleri olmayan insanlarla beraber, yüzlerinden hiç silinmeyen acının buruşuk ifadesiyle mimlenmiş ve herhangi bir rol içine mahkum olmuş vaziyette, sevmedikleri bir işte çalışıyor olacaklar. Dünya çapındaki bu yaygın durum, bütün bir insanlık tarihinin yabancı olduğu bu fenomen, moderniteye ait bir koşuldur. Antik Yunanlılar ve Romalılar; fiziksel ya da zihinsel olsun, her türlü çalışmaya karşı bir hoşnutsuzluk, hatta tiksinti besliyorlardı. Özgürlüklerine çok düşkün olan Yunanlılar için günü kurtarmak adına bir başkasına bağımlı olmak kabul edilemez bir esaretti. Onların anlayışına göre siyasi erdemin icrası, ücretle çalışan bir işçinin ya da Oluş’un yükselmesini ve huzurunu engelleyen ödül ve cezaya dayalı iş gören bir esnafın yaşamını sürdüren kişiler için uygulaması mümkün olmayan, imkansız bir girişimdi.
Örgütsel Çağ
Günümüzde ücretli çalışan işçilerin durumu, köleliğin büründüğü yeni form ve onun modern koşullara aktarılmış halidir. ”Örgütsel Çağ” olarak adlandırabileceğimiz, modern zamanların sembolü haline gelmiş olan bu fenomenin kökleri, iki akımın paralel oluşumuna değin uzanır: bir tarafta endüstri devrimi, modern kapitalizm ve başkasının emrinde çalışan işçilere, kurumsal kölelere gereksinim duyan modern işletmelerin doğuşu…diğer tarafta, bağımlı olmak için eğitilen, zamanlarını bir maaş ya da yevmiye ile takas etmeye hazır milyonlarca sıradan insandan oluşan muazzam bir kalabalığın gelişimi.
Bağımlılık korkudur
Bu geniş insan kalabalığı, öğrencilerini yaşamın bu korkunç şartlarını kabul etmeye ve onları daha farkına bile varmadan bağımlılığın tarif edilemez ızdırabına katlanmaya hazırlayan yaygın eğitimin bir ürünüdür. Bağımlılık korkudur. Sevginin yokluğudur. Bağımlı olmak, istemsiz olsa dahi, her zaman kişisel bir seçimdir. Hiçbir şey ve hiçkimse bir insanı bağımlı olmaya zorlayamaz. Bunu kendinize sadece siz yapabilirsiniz. Bağımlı olmak bir kontrat neticesi değildir, ne bir rol ne de bir kimsenin sosyal statüsü ile ilintilidir…Bağımlılık, Oluş durumunda meydana gelen bir alçalmanın sonucudur ki bu da kendini, dış dünyada sahip olunan bir iş veya sabit bir maaş şeklinde gösterir ve başkasının emrinde çalışan bir kimsenin her halini yansıtır. Bir eleman; düşlemeyi bırakmış bir kimsedir.
Kuruluşlar ölümcül derecede hüzünlüler ve hüzün üretiyorlar
Bir sosyolog olarak kuruluşları içeriden gözlemlediğimde endişe verici ve büyük ölçüde bilimsel geçerliliği olan birşey keşfettim: insani kuruluşlar oldukça hüzünlü, gerçek bir ızdırap endüstrisi halindeler. Fabrikalar ve iş yerleri, hatta onlardan önce okullar ve üniversiteler görünürde hiçbir işe yaramayan çileyi üretmek ve beslemek üzere tasarlanmış ve düzenlenmiş görünüyorlar. Gruplar ve bireyler arasında yaşanan bölünmeler ve çatışmalar, gereksiz ve hoş olmayan duygular, acı, kaygı ve endişe halleri, kararsızlık ve asabiyet, büyük miktarda bir enerji kaybının oluşmasına sebep oluyor. Bu bağlamda, çelişkili görünen bir kanaate vardım: Günün sonunda fabrikalardan ya da herhangi bir endüstriyel sürecin ardından hammadeler dönüşüme uğramış ve zenginleşmiş olarak çıkarken kadın ve erkekler daha yoksullaşmış ve hevesleri kırılmış bir şekilde işyelerinden ayrılıyorlar. Kendime, kuruluşların yapısı içerisinde, her türlü bilimsel ve girişimci çabanın ötesinde, sürekli olarak bir anlaşmazlık durumu, can sıkıcı bir gerginlik ve çatışma hali üretip, besleyen ‘sapkın’ bir mekanizmanın neden inatla varlığını sürdürdüğünü sordum.
İstihdam Devrinin Çöküşü
Ne var ki, geçen yüzyılın son on yılından itibaren bu senaryo değişti. İki yüzyıldan fazla bir zamandan beri ekonomiye hakim olan rasyonel, dar görüşlü ondokuzuncu yüzyıl kapitalizmi gözlerimizin önünde, dünya çapında boyutlara sahip, sezgisel, duyarlı, yaratıcı nitelikte bir kapitalizme dönüşüyor. Bununla beraber, takriben ağırlıklı alt sınıf çalışanları üzerine kurulu bir ekonomiyi, özgürlük, yaratıcılık, seven ve arzuları doğrultusunda çalışan insanlar üzerine kurulu bir ekonomiye dönüştürme ihtiyacı da giderek büyümektedir. İcra ettiği işi seven, düşleyen, görünürde bir kuruluş için çalışıyor olsa da aslında kendisi için çalışan, kendi bütünlüğüne ulaşmayı amaçlayan insanlar.. İşini sevmeden başkası için çalışan bir kimse kendine zarar verir. Verdiği hizmetin bedelinden çok daha fazla olan aylık maaşı gerçekte, içinde bulunduğu bağımlılık durumunun sebep olduğu fiziksel, manevi ve zihinsel hasara ödenen tazminattır.
Tekdüzelik üreten fabrikalar
Görünüşe göre okullar ve üniversiteler bu köklü değişimden haberdar değiller ve umursamaz bir vaziyette, post-modern ekonominin ve küresel iş dünyasının gereksinim duyduğu yaratıcı, sezgisel, açık görüşlü bireyler yetiştirmek yerine artık işe yaramayan insanlar üretmeye devam ediyorlar. İnatla, dışarıdan empoze edilen, herkes için aynı olan kitap bilgilerine tapınmaya, tekdüzelik üreten fabrikalar ve gençliğin özdeki cevherinin nefesini kesen, gelişmiş sezgileri olan önsezi ve düşleme yeteneklerini körelten, onlara basmakalıp inanç kalıplarını aktarmaya programlanmış kurumlar olmaya devam ediyorlar. Bu kişiler varoluş sebeplerini unuttular: öğrencilerine etraflarını çevreleyen setleri nasıl yıkacaklarını, içsel sınırlarını nasıl aşacaklarını öğretmeyi, içlerinde bağımsız düşünce, özgürlük ve yücelik duygusu için duyulan gerçek tutkuyu ekip biçmeyi unuttular; fikirlerin, sanatın, uyum ve güzelliğin her formunun yetiştirildiği, müziğin, tiyatronun, felsefenin ve gerçeğin arayışının, bireyin bilinçlilik düzeyini yükseltmesine yarayan araçlar ve daha geniş bir özgürlük, daha büyük bir refah seviyesine ulaşmak için eşsiz şartlar olarak görüldüğü kurumlar olduklarını unuttular.
Bireysel Devrim
Korku, kaygı, yıkıcı düşünceler ve bizleri bozguna uğratan olumsuz duygulardan bağımsız olan bir insanlık, çalışmayı, bir çeşit gerginlik ve aşırı hareketlilik olarak algılayan, ihtiyaçların idaresini sağlamak için eğitim veren, bağımlılığın tarif edilemez ısdırabına, fabrikaların ve işyerlerinin psikolojik kirliliğine katlanabilecek kapasiteye sahip dışlanmışlar ordularını ve yoksul birliklerini eğitme eğiliminde olan bir toplumu artık kabullenmeyecektir. Bildiğimiz şekliyle eğitim, bu tarz bir psikolojinin ürünüdür. Dünya üzerindeki her tür düzene ve seviyeye ait okullarda genç insanlar tek bir küresel tavsiye ile karşılaşıyorlar: Bağımlı ol. Çocukluklarından beri, sıraların üzerinde saatlerce oturarak özgür yaşama dair herhangi bir amaç beslemeden nasıl tutsak olacaklarını öğreniyorlar. Bir gün hayata istihdam edilmek, başkalarının zenginliklerine dayanmak, kendi varlıklarını üretecek beceriden yoksun olmak ve en baştan kurumsal acılar kulübünün bir üyesi olmak üzerine eğitiliyorlar..
İşi ‘Düş’e dönüştürmeliyiz
Kaderimizi değiştirebiliriz. Bunun için insan psikolojisini, onun inanç ve hükümleri altında yatan hipnotik yaşam hikayesini değiştirmemiz gerekiyor. Düş’ü değiştirmeliyiz. Her okulun sloganı: Yaptığın işi sev ve sadece sevdiğin işi yap olmalıdır. İşledikleri en temel konu kişinin kendisini çalışması, kendi öz keşfi olmalıdır. Eğer sevdiğiniz şeyi yaparsanız, hayatınız boyunca tek bir gün bile çalışmazsınız. Bunu sadece ‘birey’ olmuş biri keşfedebilir ve hayatına uygulayabilir. İşte bu yüzden bir Okul’a ihtiyacımız var. Eğitimde evrensel düzeyde bir devrimi gerçekleştirme, öğrenim program ve tekniklerini alt üst edebilme, bireyi yüceltme, vizyonunu güçlendirme potansiyeline sahip bir Oluş Okulu’na ihtiyacımız var. Bu anlamda ilk değişmesi gereken öğretmenlerimizdir. İnsanoğlunun geleceğindeki olumlu bakış açısı ve mutluluk, kaçınılmaz bir biçimde iş faaliyetlerindeki kademeli, bastırılamayan düşüş ve iş gerginliklerinin azalması ile paralel bir gidişata sahip olacaktır. Bireysel devrimin bir meyvesi, İncil’e dair boyutlardan psikolojik bir ayrılış olan İstihdam Devrinin Çöküşü, Spartaküs’ün isyanı kadar destansı bir biçimde şiddetle kapımızı çalıyor.